Blog

  • İlk Türk futbolcu Fuat Hüsnü, ilk Türk takımını anlatıyor

    İlk Türk futbolcu Fuat Hüsnü, ilk Türk takımını anlatıyor

    Fuat Hüsnü Kayacan 1876 yılında İstanbul’da doğdu. Denizi seviyordu; bu yüzden bahriye zabiti oldu. Ancak asıl sevgiyi «top»ta buldu. Bahriyeli Fuat Hüsnü Bey, İngilizlerin ve azınlıkların arasına karışarak «Boby» takma adıyla futbol antrenmanlarına başladı, maçlarda yer aldı. 1912’de İngiltere’ye gitti. Orada, 3. sınıf profesyonel takımların antrenmanlarına katıldı. İstanbul’da başladığı futbolu, «futbolun beşiği» olan İngiltere’de bıraktı.

    “Sevgili dinleyiciler, burası Mithatpaşa Stadı… Birkaç dakika sonra yılın maçının ilk vuruşu yapılacak… Gece yarısı başlayan kar, hala devam ediyor. Isı, sıfırın altında 3 derece… Soğuğa, kara rağmen stadı 25 bini aşkın seyirci doldurmuş…»

    Spiker birden sustu. Radyo hoparlöründen taşan alkış sesleri küçük odayı doldurdu. Odanın bir köşesindeki kanepede oturan biri yaşlı, biri genç iki adamın yüz çizgileri gerildi. Yaşlı adam, camı nefes nefes buğulanmış pencereden dışarıya baktı. Pervazlardan sarkan buzlar, karşı binaların bembeyaz damlarını parça parça ayırıyordu. Yaşlı adam yanındaki gence döndü:

    – Bugün maça gidemedik, dedi. 50-60 yıl öncesinin hatıralarını radyonun başında tazeleyeceğim. 1900 yıllarında ne Mithatpaşa Stadı vardı, ne Fenerbahçe Stadı… Futbol, Kuşdili’nde Papazın Çayırı’nda oynanırdı. Seyirci sayısı da 25’i aşmazdı.

    Spiker maçın girişini yapıyordu: «Alkış seslerini duyuyorsunuz. Galatasaraylılar sahaya çıkıyor. Başta takım kaptanları Turgay, onun arkasında Ergun, Suat, Metin, Bahri, Candemir…»

    Yaşlı adam sözüne devam etti:

    – Galatasaray, hatıralarımın üçüncü sahifesidir. Bu takımda yıllarca kaptanlık yaptım. 1908 yılında, Kadıköy Kulübü’nden ayrılarak Galatasaray’a girmiştim. Ahmet Robenson, Şair Emin Bülent, Bekir Hoca, Ali Sami ile oynadım…

    Odanın içini ikinci bir alkış tufanı doldurdu. Spiker alkışın kesilmesini bekledi, sonra söze başladı: «Şimdi de sahaya Fenerbahçeliler çıkıyor… Naci, Özcan, Lefter, Can…»

    Yaşlı adam hikayesine, kaldığı yerden devam etti:

    – Kaydım Galatasaray’da, kalbim Fenerbahçe’dedir. Galatasaray’da bir süre oynadıktan sonra, idareci olarak Fenerbahçe Kulübü’ne geçtim. Türkiye’de futbolun tarihi yeniydi. Ya 10 yıl olmuştu, ya 12 yıl… İzmir’de oturan İngilizler ve yerli Rumlar 1890 yılında futbol oynamaya başlamıştı… Beş yıl sonra da İstanbul’da «Moda» adıyla İlk İngiliz futbol kulübü kuruldu. Sonra öteki kulüpler açıldı… O kulüplerin maçlarını seyreder, antrenmanlarına «Boby» takma adı ile katılırdım. Oyunumu beğenmişlerdi. 1900 yılında Kadıköy Kulübü’ne çağırdılar. Orada da bir yıl «Boby» adıyla oynadım. «Fuat Hüsnü» adını kullanamazdım. Çünkü hem bahriye zabitiydim, hem de Türklerin futbol oynaması yasaktı. Kadıköy takımındaki tek Türk bendim…

    Spiker, takımların dizilişini, forma renklerini anlatıyordu: «Galatasaraylılar parçalı sarı-kırmızı, Fenerliler ise çubuklu sarı-lacivert formalarını giymişler. Her iki takımın çorapları beyaz…»

    Fuat Hüsnü Kayacan adındaki yaşlı adam, radyonun üzerindeki bir futbol takımı fotoğrafını aldı: «İlk Türk spor kulübü ‘Black Stockings, yani Siyah Çoraplar’dır» dedi ve devam etti:

    – Bu kulübün kurucuları arasında Reşat Danyal Bey, Kemani Nuri Bey, Hafız Mehmet, Hafız Mustafa, Emcet, Nurettin Bey, Mazhar Bey ve ben vardım. Lokalimiz, «Papazın Çayırı»nın karşısında Hurşit Ağa’nın kahvesiydi. Üşüdüğümüz zaman oraya sığınır, çay, kahve içerdik. Galatasaray, «Siyah Çoraplar»dan beş yıl sonra, 1905’te kurulmuştur….

    Maç bütün heyecanıyla başlamıştı. Spiker, cümlelerini topun peşinde koşturuyordu: «Top şimdi Ergun’da… Ergun, Niyazi’ye aktardı. Niyazi de Metin’e… Metin’in şahane bir volesi ağlarda… Gool!»

    Fuat Hüsnü spikerin boş bıraktığı dakikaları hatıraları ile dolduruyordu:

    – «Black Stockings» ilk maçını Papazın Çayırı’nda bir Rum takımıyla yaptı. 5-1 yenildik. Takımımızın şeref sayısını vole ile ben attım. Maç biter bitmez Abdülhamit’in başjurnalcısı Şeyh Şamil’in hafiyeleri sahayı sardı. Arkadaşlarım yakalandı, ben bir yolunu bularak kaçtım. Sonra beni de ele geçirdiler. Bahriye zabiti olduğum için, Kasımpaşa’daki divanı-harbe yolladılar. Müstantik (sorgu hakimi) Raşit Bey hakkımızda tutulan jurnali okudu. Jurnalde şöyle deniliyordu: ‘Karşılıklı kale kurup, İngilizlerle aynı elbiseyi labis (giymiş) olduğu halde, top endahtı (atmak, vurmak) ile talim icra etmekte olduklarından…» Raşit Bey «Bir Türk zabiti nasıl olur da, İngiliz forması giyip, onlarla talim yapar? Utanmıyor musun?» diye bana çıkıştı. «Biz top oynuyorduk» dedim, anlatamadım… Sonunda formaları giyip müstantiğin huzuruna çıktım. Beni karşısında don, gömlek görünce bozuldu. Ama durumu da kavradı. Küçük bir ceza verdi….

    Rayo hoparlöründen bir düdük sesi duyuldu. Spiker «Maçın ilk devresi, Galatasaray’ın 1-0 galibiyetiyle sona erdi» dedi, «Şimdi sizlere devre arasında stüdyolarımızdan müzik dinleteceğiz…»

    Radyo, müzik yayınına sıcak ülkelerin tatlı bir müziği ile başladı. Dışarıda kar hala yağıyordu.

    Fuat Hüsnü Kayacan sözüne devam etti:

    – Müziği çok severim. Alaturka, alafranga ayırmam. Ağabeyim Hamit Hüsnü Kayacan hem sporcuydu, hem de besteci… Onun güzel şarkıları vardı. 85 yıllık ömrüm boyunca bir defa doktora gittim. Eskiden günde bir paket sigara içerdim. Şimdi dört taneye indirdim. İçkiyle başım hoş değil… Yalnız, 1922 «içki yılım» oldu. Bir meseleye efkarlanmıştım, ama içki bu derdime çare olmadığı için, o yılın sonunda bıraktım. Kriket oynadım, ava çıktım. Hava iyi olursa, tenis ve futbol maçlarına giderim. Uzun yaşamanın sırrını sporda buldum… Ama her yaşın bir sporu olduğunu unutmadım. Futbolu tam zamanında bıraktım. Hala cimnastik yaparım.

    Radyodaki plak yarıda kesildi. Spikerin sesi yine duyuldu: «Sevgili dinleyiciler, maçın İkinci devresi başladı. Fenerliler hücumda. Top Lefter’de, o Can’a verdi. Fener bir İngiliz takımı gibi paslaşıyor.»

    Fuat Hüsnü Kayacan maçın heyecansız dakikalarını hatıralarıyla süslüyordu:

    – Futbolu İngilizlerden öğrendim. Artık bizde de iyi futbol oynanıyor. Metin’i, Turgay’ı, Lefter’i beğenirim.

    Spiker devam ediyordu: «Penaltı… İkinci devrenin 40’ıncı dakikasındayız… Lefter çekiyor. Çekti… Turgay uçtu, fakat gole engel olamadı!»

    Fuat Hüsnü Kayacan saatine baktı:

    – Oyunun bitmesine bir dakika var. Gönlüme göre bir maç oldu. Böylece, iki takıma duyduğum sevgiyi masallardaki elma gibi ikiye bölebileceğim…

    Bu sırada spiker son cümlesini söyledi: «Sevgili dinleyiciler, Türk futbolunun en eski iki takımı yenişemedi. Maç 1-1 sona erdi… İyi günler…»

    Röportaj: Orhan Özmez

    (Hayat Dergisi – 9 Mart 1961)

  • Yıldırım Gürses’in yeteneğinin sırrı ‘adı’nda gizli

    Yıldırım Gürses’in yeteneğinin sırrı ‘adı’nda gizli

    Anne ve babalar çocuklarına isim seçerken çoğu kez kararsızlığa varan bir titizlik gösterirler. Ama Gürses ailesinde bu olay belli bir geleneğe bağlıdır. Nitekim; Yıldırım Gürses’in ismini de, işte bu gelenek belirlemiştir…

    Yıldırım Gürses, kendisi gibi Türk sanat müziği sanatçısı olan Ayla Gürses ile bir çalışma sırasında…Tarih 21 Ocak 1938… Bursa’da, kenar mahallelerden birindeki mütevazı bir evde, dondurucu soğuğa rağmen, sıcacık bir mutluluk yaşanıyor. Çünkü, bu evde oturan çiftin hasretle beklediği bir olay gerçekleşiyor: Bir erkek çocuğu dünyaya geliyor.

    Bir kız çocukları olan bu ailenin fertleri, daha önce de altı kez erkek çocuk sahibi olmanın mutluluğunu yaşamış. Ancak doğan çocuklar bir yaşına bile basmadan, hayata gözlerini yummuşlar… İşte bu ailenin yıllardır değişmeyen bir geleneği var: Erkek çocukları doğar doğmaz, onları Yıldırım Beyazıt’ın Bursa’daki türbesine götürüp, çocuğun kulağına “Yıldırım Beyazıt gibi kararlı ve yetenekli olmasını” fısıldıyorlar… İşte, bu yedinci erkek çocuk doğduğunda da, aynı geleneği sürdürdüler. Ve, üzerine titredikleri bu çocuğa “Yıldırım” adını koydular…

    Bu kısacık Öykü Yıldırım Gürses’in doğum öyküsüdür. Bugün 44 yaşında olan sanatçıdan, 44 yıl öncesini dinliyoruz:

    – “Bursa’da doğan pek çok çocuğun adı Yıldırım’dır. Çünkü, bu kentte ve özellikle de, bizim ailemizin yerleştiği semtte, bu olay bir gelenek halini almıştır. Ayrıca bizim ailede pek çok çocuğa da, çeşitli Türk büyüklerinin adları verilmiştir. Yalnızca adları verilmekle kalınmayıp, kulaklarına da ismini verdikleri Türk büyüğünün yeteneklerine sahip olması dileği fısldanmıştır. İşte, bana da Yıldırım Beyazıt’ın adı verilmiş. Kulağıma da, onun gibi kararlı ve yetenekli olmam fısıldanmış. Benim Yıldırım’lığım işte buradan geliyor…”

    Bugün tam 44 yaşındadır Yıldırım Gürses… Ve 44 yıldan beri de, daha doğar doğmaz kulağına fısıldanmış olan bu sözleri doğrulayacak biçimde davranmıştır. Sanat hayatında gerçekten kararlı ve yeniliklerin öncüsü bir isim olarak tanınır. Dilerseniz, önce kararlılığını kanıtlayan, bazı örnekler verelim sanatçımızın hayatından…

    1962 yılında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden mezun olan Gürses, aynı yıl hem Dışişleri Bakanlığı Ateşelik sınavını, hem de Ankara Radyosu Opera Bölümü sınavını kazanmış, iki arada kalan sanatçı, uzun düşünmelerden sonra, radyoyu seçmiş. Tabii, bu arada “Ateşe olsaydın, fena mı olurdu?” türünden eleştiriler de almış. Ama bunlara hep olgunlukla yanıt vermiş. Sanatçı olarak da, ulusuna yararlı bir kişi olabileceğini anlatmaya çalışmış. Ve, “Yıldırım Gürses” adı çok değil; 2 yıl sonra duyulmaya başlanmış. ilk bestesi “İçime Hüzün Doluyor” ve daha sonra, peşpeşe gelen “Gençliğe Veda”, “Sonbahar Rüzgarları”, “Bir Garip Yolcu” ve “Son Mektup” gibi eserlerini uzun yıllar dilden dile dolaştırmayı başarmış. Kısacası, bir zamanlar ateşe olmadığı için kendisini kınayanları bugün utandırmış.

    Şimdi de dilerseniz, Türk müziğinde yaptığı yenilikleri daha detaylı açıklaması için, Yıldırım Gürses’e kulak verelim:

    – “20 yıllık sanat hayatımda, bir çok şeyin öncülüğünü yaptım. Örneğin 1965 yılında ilk olarak batı çalgılarıyla sahneye çıkan Türk müziği şarkıcısı benim. İlk kez, İstanbul’da 40 kişilik bir saz grubuyla sahneye yine ben çıktım. İlk kez, Altın Mikrofon ödülü alan Türk sanat müziği sanatçısıyım. Ve, ilk kez ekranda, “Hoş Şada”da Türk sanat müziğinin hafif müzik çalgılarıyla çalınması ve çok sesli olarak icra edilmesinde de, ben öncülük yaptım. Dilerim, bu uygulama daha geniş bir biçimde sürdürülür”

    Sanatçı, bütün bu özelliklerini, az önce dile getirdiğimiz aile geleneğine bağlıyor. Üstelik bu geleneği, kendisinin de sürdürdüğünü belirterek, şunları söylüyor:

    “Ailemin tek erkek çocuğu benim. Yani benden başka, bu geleneği sürdürecek kişi yok. 18 yıl önce evlendiğim, benim gibi radyo sanatçısı olan eşim Ayla Gürses’ten bir oğlum oldu. Ben de çocuğum doğar doğmaz, onu Bursa’ya Yıldırım Beyazıt’ın türbesine götürdüm ve adını Yıldırım Beyazıt koydum. Onun, bu Türk büyüğü gibi akıllı ve yetenekli olmasını diledim. İnşallah bu dileğim yerine gelir…”

    (TV’de 7 Gün – 1 Mart 1982)